Temmuz 07, 2013

Hüzün Gar'anti


Elimden gidişatı değiştirecek bir şey gelmediği için bitmesini hiç istemediğim şeylerin bitişini izlemekte mahsur kalmak, bana en çok acı çektiren şey. Fakat son olduğunu bilip kaçmak da varken yapmam ben bunu; var olan o son ânın da tadını çıkarmak için kalırım. "Asgari centilmenlik bunu gerektirir," derdi Emrah Serbes olsa. Dün, Ruhi Mücerret ve Avni Bey'in (Vav) oturduğu yerden dinledim Haydarpaşa'yı, Murat Menteş sayesinde.

Kafa dinlemeye ihtiyaç duyduğunda gidecek özel bir yeri olan dizi karakterlerini hep kıskanırdım küçükken. Benim ait olduğum o yer Haydarpaşa garı.

İnsanı en çok, kaybedeceğini hiç düşünmediği şeylerin elinden alınması yaralar. Ne kadar gündemde olursa olsun ihtimal vermedim bir gün trene binip Haydarpaşa'ya ulaşamayacağıma. Sonra bir gün, en önemli final günümde Turyol'a koşarken gördüm o ilanı. 19 Haziran -19'u dâhil- son diyordu. İnsanın bir şeyin biteceği tarihi bilmesi aynı bokuma benziyor. Bir sonun geldiğini bilerek iradeniz dışında o güne yaklaştırılmak can yakan bir süreç. 19 Haziran'ı geçeli epey gün oldu. İki 19 Haziran'ı daha trensiz geçirmeye hâlâ pek ihtimal vermiyorum. Zaman nezle olmuş bir burun fakat; böyle böyle geçer belki. Yine de, trenlerin evini yıkıp onları taşınmaya zorlamak eylemi de var gündemde. Beklenir; beklerim. Bu en iyi becerdiğim şey. Fakat, kavuşamayacağını düşündüğünde beklemek sadece biraz daha fazla hüzün.

***


Trenlerle aramda tarif edemediğim bir şey var. Anlatmak için ağzımı açtığımda, kalemi tuttuğumda kaçıp giden ifadelerin kifayet edeceği duygular. Her binişimde birkaç saniye şefkatle pencere kenarına dokunduğum, içine girdiğim anda etrafımı saran huzurla mest olduğum, her ayrıntısını ayrı sevdiğim trenler de öylece bekliyor şimdi.

Hayatta en  çok nefret ettiğim şeyi düşünüyorum, aklıma Söğütlüçeşme istasyonu geliyor. Doğrudan bir kabahati olmasa da Haydarpaşa'ya varis olması midemi kaldırıyor. Sonra evime gelene kadar beni 33 dakikalık yol boyunca mutlu eden ayrıntılarla keyfimi yerine getiriyorum:

Kızıltoprak'taki satılık ahşap köşk; Feneryolu'nun anıları; Göztepe'nin beni büyüleyen o efsunlu, gri taşlarda oluşmuş kasveti... Erenköy istasyonunda çalışma vardı bu sene; trenler bir süre hiç âdetleri olmayan üst taraftaki raydan ilerlediler orada. Suadiye'nin yeşili; Bostancı Durağı* şarkısı; Gül Çıkmazı'nın Küçükyalı  istasyonunun neresinde kaldığını her seferinde merak etmem; İdealtepe'deki pis su; Süreyyaplajı'ndaki carting alanı, Şato'nun güzelliği; Maltepe'deki lunapark; Cevizli yolunda önceki sene her daim trenin ışıklarının sönüyor olması alışkanlığı; Atalar'daki Ceren Raf'ı her defasında Cahit Arf olarak okumam; ve 9 Palmiyeler'den kaç ev sonra Kartal istasyonuna varmış olacağımı ezberlemem... Gibi.


Treni Kartal'da beklerken her zaman oturduğum -yine ahşap bir köşkün tam karşısındaki bank; Haydarpaşa'ya 20 kilometre uzakta olduğumu gösteren tabela...





En sevdiğim kelimeleri düşünüyorum; aklıma istasyon, gar, ray, tren, makinist kelimeleri geliyor. Trenin kalkma zamanı olduğunu ilan eden üç kere çalınan düdük geliyor. Dördüncü Yol'a yanaştığımızda turnikelere çabuk ulaşma telaşıyla atladığım podyum geliyor.

En çok merak ettiğim şey Andreas'ın kim olduğu.** O Andreas'ı görsem sevinçten ağlarım.

Bu sene okulda aldığım Osmanlıca dersleri sayesinde iskeledeki "حيدارپاشا" yazısında Haydar Paşa yazdığını okuyabildim. O derslerin hepsine en çok bu yüzden minnettarım.

Binaenaleyh, kalbimin bir yeri Haydarpaşa'dan yeniden trene binene dek iyileşmeyecek. Haydarpaşa nasıl olduğunuza bağlı olarak kimi zaman son kimi zaman başlangıçlar mekânı. Ben Haydarpaşa'ya hiçbir zaman sonları yakıştırmadım.  İki sene önce Turgut Uyar'ın dizeleri*** benim için Haydarpaşa'da anlam kazandı ve bugün bu kadar sevdiğim bu yeri böyle hüzünle anlatıyor olmama sebep olan her faktöre Poseidon'un üçlü yabası... Ihm.

***

Dün gittim onu görmeye. Moralim bozuk, kalbim kırık ve ulaşım zordu. Gidebileceğim tek bir yer vardı ve ulaşımı umursamadım. Beni teskin eden şey onun benden daha kırgın görünmesi miydi, bilmiyorum. Fakat ikimizin de sarılmaya ihtiyacı olduğu aşikârdı; öyle yaptık. O yalnız, ıssız ve yine de açıktı. Terk edilmesine rağmen güçlü görünmeye çabalayacak kadar asil, mağrur duruyordu. Varoluş amacının büyük bir kısmı elinden alınmıştı -artık trenleri kalkmıyordu- ama o açıktı. Hüzün doluydu; biraz konuşsam ağlayacaktı(k). Susmayı seçtim. Sustuk. Saatlerce. Yalnızca bi' ara hizmetli bir amca geldi yanıma, başıyla selam verip "İyi misin?" diye sordu. Güldüm. Sessizce sessizliğimi dinledi, sessizce sessizliğini dinledim. Susmak bazen konuşmaktan daha çok anlatmak oluyor; öyle bir zamandı. Onu, varoluş amacıyla bir bütünken tastamam görmeyi ne kadar çok özlediğimi hissettim. On sekiz gündür olduğu gibi. Ama dün daha çok hissettim. Dün ben ona gittim, o benimle dertleşti. Unutmadığım için teşekkür ettiğini hissettim. Sadakatle bağlı olduğum şeylerin teşekkür etmesinden hiç hoşlanmam; ama ona kızmadım. Çünkü o bunu biliyordu.










Anmadan Etmek İstemiyorum: "Camı cama, fayansı fayansa, demiri demire oon saniyede yapıştırır; Jaaapon yapıştırıcıları bi' lira, kuvvetli yapıştırıcılar bi' lira!" diyen abi, aklımdasın.
*\o








* Bknz. Ayna - Bostancı Durağı
** Haydarpaşa'nın güzel duvar avizelerinin birinin altına takılmış bir asma kilitte "Andreas was here" yazar.
*** "Elbet böyle geçmeyecek ömrüm.
Bu çeşit yaşamak, zor.
Kim bilir Tanrım, kim bilir
Hangi güzel yerde beni,
Hangi ölesiye sevda bekliyor?"

Not: Başlık için fikrini esirgemeyen sevgili Berk Mürsel Tüter'e canavar kadar teşekkürler.

0 Yorum:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
Hera Eheres. Blogger tarafından desteklenmektedir.